7 Ağu 2011

DOĞANIN BİR ÜRETİM ARACI DEĞİL, HAK ÖZNESİ OLDUĞUNU GÖREN BİR ANAYASADAN BAŞLAYARAK…


Av. Avniye Tansuğ
Pembe Domates Ağı

Yoğun kentleşme içinde sağlıklı beslenme mümkün mü? Hem hayır hem evet! Emektar Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, bundan 63 yıl önce “gıdaya erişim hakkı”nın bir temel insan hakkı olduğunu duyurduğunda, kirlenmiş toprak, su ve hava, genetiği değiştirilmiş tohumlarla yapılan endüstriyel tarım ve hayvancılık, GDO’lu gıdalar gibi sorunlar yoktu. Amaç, ekonomik çöküntü yaşayan dünyada açlığa çare bulmaktı. İşte doğayı bir üretim aracı, bir “kaynak” olarak kullanan ve klasik paradigmalarla “sürdürülen” endüstriyel üretim ve dağıtım sistemi bu gerekçeyle dünyayı bugün tanık olduğumuz büyük çevresel çöküntüye taşıdı, “açlık” ise sürüyor. Öte yandan sağlıksız beslenmeden temellenen, metabolik sendrom; obezite ve kanser ürkütücü boyutlara ulaşıyor. Onlar da tıp ve ilaç endüstrisinin rantiyeci bölümünü besliyorlar. Bu düzen, “sürdürülebilir kalkınma”, “yönetişim”, “sürdürülebilir kent”, “kentsel dönüşüm”, “organik”, “iyi” gibi çok yüzlü kavramlarla “sürdürülüyor”. 

Oysa geçen 63 yıl içinde daha pek çok uluslar arası sözleşme, iç hukukta da anayasal ve yasal düzenleme yapıldı. Şimdi gıdaya erişim hakkı sağlıklı gıda güvencesi ve bilgiye erişim başta olmak üzere bağlantılı olduğu diğer yeni haklarla iç içe. Bu tablo içinde endüstri-yoğun kentlerde sağlıklı beslenme ancak bedeli yüksek doğal besin maddelerine erişebilmekle mümkün. Öte yandan “organik” etiketli ürünler artıyor. Yakın gelecekte rafların onların endüstriyel olanlarıya dolacağını söylemek kehanet olmaz. Çünkü doğal ve yerel tohumların genetiği üzerinde türlü çalışmalar yapılırken (ki içinde bulunduğum “Pembe Domates Ağı”nda bunu yaptırmamak için çok mücadele verdik) bir taraftan da hibrit tohumlarla besin değeri düşük “organik” ya da “hiç yoktan iyi” türü üretim başlamış durumda. Çoğunluk kentli ise ucuz, sağlıksız, lezzetsiz, fabrikasyon gıda maddeleri ile yetinmek zorunda. Okul kantinlerinde satışına izin verilenlerin içinde hâlâ GDO’lu gıdalar var. Bireysel olarak da herkesin yapabileceği şeyler var, bunun için Permakültür Türkiye, Fikir Sahibi Damaklar, Lüfer Koruma Timi, Toprak Ana, Başka Bir Gıda Mümkün gibi halkın doğru bilgilenmesine önderlik eden oluşumların seslerine de mutlaka kulak verilmeli.

Bu duruma yasal düzenlemelere aykırı bir biçimde mi gelindi? Yoksa yasalara gayet uygun fakat yaşam etiğine ve doğaya ihanet edilerek mi? Esasen köklü bir değerler dizisi değişimi ile ülke çıkarlarına dönük çevre, tarım, tohum politikalarının yeniden ve çok disiplinli biçimde belirlenmesi gerekli. En başta anayasada doğayı bir hak öznesi olarak ele almalı. Yürürlükteki düzenlemelere bakıldığında öncelikle 4982 s. Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nda bilginin kapsamı tüm yönetim işlemlerini kapsayacak ve GDO’lu, nişasta bazlı şekerli ve diğer sağlığa zararlı ürünler konusunda bilgi edinilmesine de engel olan ticari “sır” kavramını daraltacak biçimde değişiklik yapılmalı. 5553 s. Tohumculuk Kanunu ile yerel tohumlara ve küçük çiftçiye getirilen engel kaldırılmalı. 5977 s. Biyogüvenlik Kanunu GDO’lu ürün ithalatını tümden yasaklayacak, kültürel ve doğal sitleri gerçekten koruyacak bir düzenleme haline getirilmeli. HES’lere, nükleer santrallarla göz göre göre geçit verilmemeli…

Unutulmamalı ki, en büyük yaptırım, doğa kanunlarının yaptırımıdır

[Güncel Hukuk Dergisi, Ağustos 2011, "Yaşanabilir Bir Çevre" dosyası için...]