6 Eyl 2022

3 Eylül...

 Sevgili Bülent Tanör hocamın doğum günüymüş... 

Yaşasaydı 82 yaşında olacaktı...

10 Oca 2022

2022 Ocak ayında yol alırken...

Bugün bu bloga not düşmek istediğim bir iki konu var! 

Klara ile Güneş
Birisi bilim-kurgu yayınlarından da pek yabancısı olmadığımız "Metaverse" kavramı! Bunun ne olup ne olmadığı, Webrazzi'de yer alan şu yazıda ayrıntılı biçimde anlatılmış! 

Diğeri, Independent Türkçe'de yayınlanan, dünyanın en büyük teknoloji fuarı diye nitelenen CES (Tüketici Elektroniği) fuarında sergilenen "high-tech" ürünler... 

Üçüncü konu ise bütün eserlerini zevkle okuduğum Kazuo Ishiguro'nun bu kez de yapay zekayı konu edindiği, geçtiğimiz yaz Türkçesi yayınlanan "Klara ile Güneş" romanı... Bu arada T24'te Asuman Kafaoğlu BÜKE'nin bu kitap hakkındaki şu yazısı da bence harika!   




5 Oca 2020

2020'nin ilk sergisi: "LÜTFİ ÖZKÖK: PORTELER"

İstanbul Modern'deki "Lütfi Özkök: Portreler" sergisine gittik bugün Mehmet ile...

1923'de doğan Özkök, 2017'de aramızdan ayrılmış...
Gülben Çapan'ın Diken/Sanat'taki yalın bir dille yazdığı tanıtım yazısı da iyice merakımızı kurcalamıştı: "Lütfi Özkök'ün Arşivinden 89 Portrelik Seçki: Bir döneme ışık tutuyor..."

Bu sergide kimi tanıdıklar ve sevgili Güneş (Karabuda) Ağabey'imizden de izler göreceğimizden emindik! Nitekim gördük de... Özkök'ün torununun çektiği 26 dakikalık belgeseli de izledik (*).

Osman İkiz de Lütfi Özkök'in kim olduğunu ta 2004 yılındaki ntvmsnbc'de şöyle yazmış:
"İsveç'te bir Türk var: Lütfi Özkök"

Zaman hızla akıp gidiyor, geriye böylesi izler bırakabilenler her türlü saygıya değer...







Samuel Beckett

Mikis Teodorakis
(*) Bunu daracık koridorun duvarındaki küçük bir ekranda değil de yalıtılmış ve karartılmış sessiz bir ortamda ve perdede görebilseydik ne kadar iyi olurdu. Ama müze "geçici mekânında" olduğunu vurgulayıp durduğundan üzerinde durmadık. Bugün hiç bir film gösterimi olmayan sinema salonunda da gösterilebilirdi belki. Neyse...



26 Ara 2019

2004 NİSANINDA YAZMIŞIM...

2004 Nisan'ında yazmışım ÇEKÜL için...
Bianet de oradan almış...
Şimdi DuckDuckGo'da birşey ararken karşıma çıkıverdi...
https://bianet.org/bianet/siyaset/33023-kulturel-miras-mi-kulturel-varlik-mi

Ama... Asıl aradığım kültürel koruma ile ilgili olarak EUROPA NOSTRA'nın şu lafı idi: "Aklın bilmediğine yürek üzülemez!"

O da şimdiki Milliyet'in artık pembe köşelere çektiği eski Milliyet gazetesindeki "Webde Kültür Sanat" köşesi yazımdan çıktı:
http://www.milliyet.com.tr/pembenar/web-de-kultur-sanat-5314363 

Hay allah...



17 Tem 2017

İĞNEADA - 2017, 16-20 Temmuz

İğneada Resort Otel penceresinden... 



Limanköy - Liman


Limanköy- Kütüphane

Limanköy - Fransız Feneri 







İğneada Dondurmacısı 



Dondurmacı Recep Usta



Simbiosis! Deniz şakayığı (Anemon) ile Şeytan Minaresi



Gündoğumu - Karşısı Bulgaristan













İğneada Belediyesi ve tam önünde kumsala yapılan inşaat...




İğneada hakkında bkz:
Atlas Dergisi -
Güzelliğin Başı Belada
Nükleerin Gölgesinde
Paylaşılamayan Cennet İğneada
Kutlama Değil, Ders Alma Günü

14 Haz 2016

KONUŞMAK, YAZMAK, ANI PAYLAŞMAK

Bir hatta birden çok dili düzgün konuşup, düzgün yazabilmek bence bir "erdem" artık...

Bu yazının asıl nedeni bir özeleştiri yapma ihtiyacı duymam. "Blog"lar ortaya çıktığında web sitelerinin pabucu dama atılmış, herkes kendi yayınının sahibi oluyor diye ne çok sevinmiştim. Hatta iletişim teknolojileri hukuku master çalışmamın bitirme tezini de blog ve hukuk konusunda yazmıştım. Birden çok konuda da bloglar açmış, tepe tepe kullanmıştım. Şimdi kişisel bloga dönüştürdüğüm bu blog, Webde Kültür Sanat, Evde Pembe Domates Serüveni, ÇEKÜL Vakfı, Internet ve Hukuk Platformu, Bilgi Çağının Hukuku ve diğerleri... Bu sabah uyandığımda bloglarıma çok ender yeni içerik girdiğimi hatırladım. Eh, haberleri 140 vuruşluk Twitter mesajları üzerinden okumaya, eşten dosttan haber almak için FaceBook'a bakmaya, iş çevreleri ile iletişimde LinkedIn kullanmaya, aktüaliteyi Instagram'dan takibe, hepsinden sıkılınca Ello'ya girip kafa dinlendirmeye başlayalı da yıllar yılları kovalıyor. Gene de şu bloga en son 2015'de içerik girdiğimi görünce utandım...

Başa dönersek, yazmadan okuyan, okumadan konuşan bir dünyaya doğru koşturuyor teknoloji insanları... Bunun son örneklerinden biri de WhatsApp işte. Yazılışında App diye "application"; "uygulama"ya gönderme yapsa da özünde bu iletişim aracının adı "What's Up" yani
"Ne Haber?" ya da günümüzün yazı tarzı ile "naber"? İkisinin de okunuşu aynı; "vatsap?". Okumuş okumamış herkesin günümüzde en yaygın kullandığı iletişim kanalı. Üstelik şimdi sesli mesaj ve telefonla konuşma da mümkün onun üzerinden. Twitter, FaceBook gibi anlık iletişim ağları çıktığında blogların pabucu dama atılmıştı. WhatsApp ve benzerleri de elektronik postanın pabucunu dama atıyor. Artık "e.mail- e.posta" kullanımı da yavaş yavaş terkediliyor... 

Gerçi bu yüzden bloglarla nitelikli içerik paylaşımı giderek azalsa da bizim ülkede "blogger" olmak da "şimdi" gene bu araçlar sayesinde itibarlı bir iş oluverdi! Tirajları düşen geleneksel kitle iletişim araçlarının tanınmış gazetecileri yerine artık haber konusu olması istenen etkinliklere "blogger"lar da davet ediliyor. Ama ne tür "blogger"? Blogdan ziyade Instagram ve Snapchat gibi anlık ve daha çok fotoğraf-video paylaşımına göre tasarlanmış kanallarda popüler, bu yüzden de "takipçi" sayısı yüksek olanlar!
Onlar bu kanallarda taze taze paylaşıveriyorlar konuları. Bir bakıyorsunuz bir gün onlarca yüzlerce Kıbrıs oteli fotoğrafı, ertesi gün Kapadokya! Yeni bir lokanta... Bir giysi, bir takı. Bir konser... İki üç cümle. "Tiraj" kavramı da bu yüzden bu kategori zevatın "takipçi sayısı" ile yer değişiyor... 

İşte bu nedenle iki kelimeyi yanyana koyup düzgün bir cümle ya da metin yazmak da artık ya erdemli ya da demode bir iş halini alıyor. Buna karşılık, kitap fuarlarında özellikle genç ziyaretçi sayısı ise şaşırtıcı derecede yükseliyor. 
Bir garip ülkeyiz vesselam!


NOT:
Yazının ana metnine koyup sonra çıkardığım bir iki şey daha var!

  • Hayatımıza yaygın olarak ilk girdiğinde Internet gelişigüzel yığılan bir sürü içerik yüzünden de "ışıkları yanmayan bir kütüphane"ye dönüşüyordu. Eski Milliyet'te Interneti "snobe eden"lerle, aslında değerli kaynaklar da olduğunu çalışıp durmuştum... 
  • Bu olguyu kültür ve sanat açısından da kurcalamış, şu bildiride özetlemeye çalışmıştım...
  • Şimdilerde bu yığılmaya Büyük Veri de deniyor ve bu yığın içinden başta küresel ve yerel ticaret erbabı için olmak üzere çeşitli sektörler için işe yarayacak olanları bulup değerlendirmek de yeni bir uzmanlık dalı oldu. 


10 Eki 2015

KUZGUNCUK, KENT KÜLTÜRÜ TÜKETİCİLİĞİ

Cengiz Bektaş, hanidir Evrensel'de "Yaşama Kültürü" üst başlığı altında haftalık yazılar yazıyor... Kent, kent kültürü, kültürel kimlik, kültürel koruma konularında kendi süzülmüş bakış açısını kolayca özetleyiveren, kolay okunup, kolay anlaşılan, hazmının kolay olup olmadığını ise kolayca bilemeyeceğim güzel yazılar...

Mayıs 2015'deki bir yazısında Kuzguncuk'ta Bihrat Mavitan'ın atölyesine istenen ölçüsüz kira artışından da sözetmiş:

...Bizim Kuzguncuğumuzdan (Kuzguncuk büyüklüğündeki bütün yerleşmelerden) önce marangozlar gitti. Yasaya göre belli büyüklükteki güçten artığını kullananlar orada kalamazlarmış.
Sonuçta şimdi biz artık en küçük marangozluk işimizi yaptıramıyoruz. Ufacık bir saçak onarımı için, ya da masanın ayağını çaktırabilmek için on-on beş km nasıl gidelim?
Kısacası, benzin tutarı artınca taşınım tutarları artıyor. Taşınım tutarları artınca, bakkal-çakkal tutarları artıyor. İşyeri kiraları ödenemeyecek duruma geliyor. Kırk yıllık yerliler, kent çevresine, uzaklara taşınmak zorunda kalıyorlar.
(Tam bunları yazarken, kapı çalındı. Uzun süredir görmediğim bir Kuzguncuklu geldi. “Nerelerdesiniz?” diye sordum. Tam da yazdığım gibi uzaklara gittiğini söyledi, kira nedeniyle…)
Marangozlardan sonra küçük bakkallarımız kapandı birer birer.
Adlarını “market” koyup, çağa ayak uydurmağa çalışanlar gitmeyebiliyorlar  şimdilik.
Yalnızca yeme-içme yerleri duruyor, giderek onlara yenileri ekleniyor…
Sıra Bihrat’ ın işliğine geldi sonunda. Onun işliği için de ödediği kiranın dört katını öneriyorlar bu günlerde. Ne yapabilir Bihrat?
Yıllarca önce Agapi’ ye yalvarmıştım: “Gitme Agapi!” Şimdi, Bihrat’a bir şey diyemiyorum.
Cengiz Bektaş, aynı konuya devam ettiği ikinci yazısında ise şöyle diyor:

...Çok geçmeden Kuzguncuk’ta yaratıcılar kalmayacak…
Bu örnek çoğalırsa, bu böyle giderse, özellikle kültür-sanat açısından Kuzguncuk çöle dönüşecek. Şimdiden İstanbul’un birçok yeri gibi…
Yalnızca yiyip- içenler… Tüketiciler, tüketiciler…
Bu örnek size şunu düşündürdü mü biliyorum: Bütün Türkiye tüketiciye dönüşmüyor mu?
Başkalarının ürettiklerine bağımlı kalmıyor muyuz?
Kuzguncuk, eski Rumeli Fırını

Kuzguncuk, Abidin Mortaş Yalısı, yangından sonra "onarılıyor"...

Kuzguncuk, eski Nur Sineması

Tam da bu yazıların yazıldığı ilk bahar günlerinin birinde biz de Mehmet ile Kuzguncuk'a gitmiş ve gördüklerimize şaşırıp kalmıştık! Her sokakta, her köşede, her kesimden, her biçimde giyinip kuşanmış çiftler ve düğün fotoğrafçıları, adeta köşe kapmaca oynuyor! Kuzguncuk, bir fotoğraf-film seti ve bol "kafe", bol yeme-içme yerinden ibaret gibi görünüyordu...
"Eski Kuzguncuklu" zaten -Cengiz Bektaş'ın Kuzguncuk'a taşındığı yıllardan başlayarak- hızla kaybolmakta, yerini "yeni Kuzguncuklu"lara bırakmaktaydı. Şimdi onlar da yok gibiydi.
Bu yazıları okuduktan sonra şaşırmaya da hiç gerek kalmıyor işte...

19 Eyl 2014

SALT BEYOĞLU ve SADECE BEYOĞLU...

Geçen hafta sonu, SALT Beyoğlu'ndaki "Yazlık: Şehirlinin Kolonisi" başlıklı sergiyi gezdik... Biz hiç "yazlıkçı" olmamıştık ama gerçek İstanbul'un referans noktalarının gittikçe daha saldırganca yokedildiği günümüzde, çok tanıdık şeyler gösteren bu sergi, bu şehrin azap çeken bir hemşehrisi olarak, ruhuma şifa verdi sanki...
"Yazlığa Gitmeyenlerin Psikolojisi",
Refik Halid Karay'ın TAN
gazetesindeki "Günler Geçerken"
 başlıklı makalelerinden...
Yalnızca tanıdık şeyler göstermekten ibaret değildi elbette bu Sergi'nin katkısı. Mimarlık, heykel, hukuk, sosyoloji,sosyal antropoloji, felsefe, edebiyat, fotoğraf, video, sözlü tarih, ekonomi, karikatür, plastik sanatlar, dekorasyon, peyzaj... Kent kültürünün tüm bileşenlerini, "yazlıklar" etrafında ustalıkla hallihamur etmişler, içinde ne olduğu tam anlaşılmadan yenen güzel bir yemek gibi tepsiye koyup sunmuşlar... Birazı baktıkça, birazı da sonradan düşündükçe daha iyi farkediliyor ne çok disiplinin bir potada eridiği... Gerçi onlar daha az şeyin altını çizmişler:

"YAZLIK: Şehirlinin Kolonisi kapsamında mimari, hukuki ve edebî kaynaklar temelinde yürütülen araştırmalar, yazılı belge, çizim, fotoğraf, film, maket ve mobilyadan oluşan çeşitli malzemeyle sergiye aktarıldı. SALT Araştırma başta olmak üzere çok sayıda kurum arşivinden derlenen içerik, aile arşivlerinden seçkiler, güncel saha araştırmaları ve sanatçı işleriyle desteklendi."

O "edebi ve mimari kaynaklar"dan bazılarını ki Refik Halid Karay, Oktay Rifat, Cengiz Bektaş gibi imzalar var altında, giderken koparıp götürebiliyorsunuz da yanınızda!
Sedad Hakkı Eldem tasarımı şezlong...

Beni en çok etkileyenler: 
Sedad Hakkı Eldem'in Büyükada'daki tasarımı Rıza Derviş evinden gelen şezlong! O da Sedad Hoca'nın tasarımı imiş. Mehmet Tansuğ, bu Derviş'in Kemal Derviş'in babası olduğunu söyleyince bu ağır ve yerinden oynayamayan metal şezlonga tırmanan çocuklar da olabileceği aklıma geldi. Ama bir türlü Kemal Derviş'in çocuk halini gözümün önüne getiremedim nedense. Herhalde şık bir çocuktu, şu son günlerin fırtına koparan koton reklamındakiler gibi olmasa da. Sonradan SALT'ların babası Vasıf Kortun'a FaceBook üzerinden teşekkürlerimizi ilettiğimde, ona benzer daha bir sürü eşyanın olduğunu ama doğal olarak daha fazlasını sergiye getiremediklerini söyledi.
Zaten serginin bir bağlantı ögesi de bu oturma araç-gereçleri. Salonların dört bir yerine yazlık evlerde kullanılan çeşit çeşit sandalye, koltuk serpiştirilmiş. Plastik olanlar hariç! Kimi yazlıklarla birlikte yayılan plastik kültürünün aşağılanmasa bile sırtı da sıvazlanmamış özenle!

Ersen Gürsel! "Aktur" yazlık sitelerinin sergilendiği bölümde önce bütün tevazuu ile videoda gördük onu. Aktur'ların da onun tasarımı olduğunu bilmiyordum, bir kere daha sevgimiz ve saygımız arttı Ersen Ağabey'imize. Datça ve Bodrum'daki ilk Aktur'lar demek ki boşuna o kadar beğenilmemiş... 

Ve Mimar Abidin! 

Son derece sevimli ve yalın bir ev çizip, 1933 Mimar Abidin diye imzalayan bu mimar bizim kendisini tanıyamadan (1963'de ölmüştü)Kuzguncuk'taki yalısında ailesiyle komşu ve kiracı olarak yaşadığımız Y. Mimar Abidin Mortaş olmasın?
Zeki Sayar ile birlikte Arkitekt dergisini çıkaran, Abidin Mortaş!
Mortaş Yalısı- Kuzguncuk,
 Ağustos 2013
Ta kendisi! İyi ki Amcazade Yalısı'nın otel olmaya hazırlanırken Ağaoğlu elbiselerini giydiği şu zamanlarda, kendi güzelim yalısının da yeni sahiplerinin elinde ne idüğü belirsiz halini  görmüyor diye sevindim.
Sağdaki ve alttaki resimleri 2013 Ağustos'unda çekmişim... Açık yeşil yalıda Mortaş'lar oturur, hemen solunda, iki katlı olanda kiracı iki aile otururdu. (Sergide Oktay Rifat'tan alınmış içerikleri görünce biz ayrıldıktan sonra aynı dairede onların da oturduğu aklıma geldi...) Sonra yalı satılmış, arkasından da bir yangın! geçirmiş, nedense. 2013'deki durumu uzun süre harabe halinde duran yalıda bir garip inşaatın başladığını hatta bir de nöbetçi kulübe ile "korunduğunu"! gösteriyor. Şimdi onun önüne bir tahta perde çekili. İçerde ne olup bittiği hiç görülmüyor...
Amcazade Yalısı- 2013



Hiç yazlıkçı olmamıştık çünkü bu güzelim yerin yazında da kışında yaşam "hiç bitmese" türündendi. Kuzguncuk da özgün insan ve yapı dokusunu olabildiğine koruyordu o yıllarda... (60-70'li yıllar)
Solda da hanidir o kılıkta durup duran Amcazade Yalısı... Nedense şimdi daha çok farkedildi öyle olduğu, sosyal ağlarda feryat figan tepki alıyor...

Neyse, bir Sergi insanı nereden alıp nerelere götürüyor... Fakat başta da dediğim gibi ağır basan etki o kadar olumluydu ki, oradan çıkıp, Beyoğlu Belediyesi'nin Tepebaşı'nda açtığı Altın Eller  sergisini görünce "haydi bir bakalım bari" dedik! Bol bol ebru vb görürüz sanıyorduk. Daha ilk bir iki standda gördüklerimizin niteliği ve özgünlüğü şaşırtıcı derecede yüksekti. Gerçekten de Anadolu'nun hemen tüm görülesi el emeği ürünleri oraya kadar gelmişti. Altın Eller'de, Denizli standından -kulplarına bayıldım hem de sadece 5 lira- bir el yapımı makas, Trabzon, Sürmene'li Kanca Bıçakçılık standından da küçük bir sebze bıçağı aldık. Aynı standda Damascus Bıçağı denilen, çeliğin 500 ila 800 kez çekilip tekrar katlanmasıyla yapılmış, boynuz saplı, akıl almaz formlarda, dehşet verici bıçaklar da gördük. Milas'tan gelen el dokumalarında aklım kaldı...




("Kaçırmayın" diyecektim ama bitmiş, aynı yerde 8. Beyoğlu Sahaflar Festivali başlamış, 7 Ekim'e kadar devam edecek... "Sahafını Koru" sloganıyla festivali açan belediye başkanı, "siftah" olsun diye Atatürk'ün "NUTUK"u almış. Ne ilginç değil mi?)
Ekleme:
Bu resmi bugün FaceBook'daki Kuzguncuk sayfasında gördüm.2010'da çekilmiş. Petek Çırpılı Dalyan paylaşmış ve şöyle demiş:"Kuzguncuk, İstanbul’un Anadolu yakasında, Üsküdar ilçesi sınırları içinde Paşalimanı ile Beylerbeyi arasında Boğaziçi’ne açılan bir vadi içinde, gelişmiş huzurun simgesi bir semttir.. :))"
Bahsettiğim yalı yangınından sonraki durum, çok net gözüküyor, en soldan ikinci boşluk...
Kuzguncuk, 2010